11 Mayıs 2020 Sohbeti

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

11 Mayıs 2020 Sohbeti

Çok muhterem kardeşlerimiz!

Bugünkü sohbetimiz, Bakara Sûresi’nin 186. âyeti. Yani Cenâb-ı Hakk’a yakın bir kul olabilmek; îmanda, ihsanda, irfanda ve takvâda Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilmek. Bu vesîleyle Cenâb-ı Hakk’ın arzu ettiği bir dostluğu elde edebilmek.

Âyet-i kerîmede buyruluyor:

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“…Onlar korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62)

Cenâb-ı Hak dostluğu bildiriyor. Mevzûmuz, bu âyetin muhtevâsı içinde olmuş olacak. Cenâb-ı Hak muvaffak eylesin, tatbikâtını nasîb eylesin -inşâallah-.

Efendim, teberrüken, daimâ bir duâ ile başlıyoruz. Üç İhlâs bir Fâtiha ile başlıyoruz:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in azîz, latîf, pâk, mübârek rûh-i şerîflerine;

Ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, hâssaten şehidlerimizin ve bütün geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine;

İçinde bulunduğumuz, hulûlüyle müşerref olduğumuz Ramazân-ı Şerîf’in bütün ümmet-i Muhammed için hayır, bereket ve rahmet olması;

Cenâb-ı Hakk’ın cümle yer ve gök âfetlerinden, belâlardan, musibetlerden, hâssaten hastalıklarından muhafazası;

Hayırların celbi, şerlerin def’i, ümmet-i Muhammed’in sıhhat, selâmet ve âfiyeti;

Hâssaten; hastalarımıza şifâ, dertlilerimize devâ, borçlularımıza edâ, nâmurâd olanların bermurâd, nâşâd olanların -karîben- handân u şâdân olması niyazıyla/duâsıyla; bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…

Efendim; Bakara Sûresi’nin 186. âyette Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:

“Kullarım Sana Ben’i sorduğunda Sen kullarıma söyle; «Ben (kullarıma) çok yakınım. Bana duâ ettikleri vakit duâ edenin dileğine karşılık veririm. O hâlde kullarım da Ben’im davetime uysunlar, bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.”

Yani Cenâb-ı Hak duâmızın kabulü, Cenâb-ı Hakk’a vuslat, yakınlık için, hayatımızın bütün muhtevâsında Kur’ân ve Sünnet’i yaşayabilmek, yaşamak ve yaşatmak…

Cenâb-ı Hak kullarından îmân istiyor, itaat istiyor, aşk istiyor, vecd istiyor, muhabbet istiyor. Ve bu durumdaki mü’min kullarının duâsını kabul edeceğini Cenâb-ı Hak vaad ediyor.

Bu duânın kabulü ya dünyada olur -biz gaybı bilmiyoruz- veyahut da âhirette tahakkuk eder.

İçinde bulunduğumuz Ramazân-ı Şerîf; Cenâb-ı Hakk’a yakınlık, vuslat kazanma mevsimi. Îmânımızın, bol ibadet, amel-i sâlihler ve yüksek ahlâkla kemâle ermesi mevsimi.

Cenâb-ı Hakk’a yakınlığımız, ihsan, irfan; ancak bu, takvâ ile mümkün. Cenâb-ı Hak:

اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْ

(“…Allah katında en üstün olanınız, en çok takvâ sahibi olanınızdır…” [el-Hucurât, 13]) buyuruyor.

O zaman takvâ nedir?

Takvâ; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gönül dünyasından hisse alabilmek, O’nun örnek hayatını kendimize rehber edinebilmek. Diğer bir ifadeyle, nefsânî arzuları bertaraf etme, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği rûhânî istîdatları inkişâf ettirme, kendimizi ilâhî kameranın, ilâhî müşâhedenin altında olduğumuzun kalpte idrak ve şuur hâline gelebilmesi.

Ramazân-ı Şerîf, Cenâb-ı Hakk’ın affının, mağfiretinin tuğyân ettiği bir ay. Bir hadîs-i şerîf ile başlamak arzu ediyorum:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Cebrâil’in üç îkâzını bize bildiriyor. Hâdiseyi Kâ‘b bin Ucre -radıyallâhu anh- şöyle naklediyor:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün bize:

“Minbere yaklaşın!” buyurdu. Biz de yaklaştık. Birinci basamağı çıktı; “Âmîn!” buyurdu. İkinci basamağı çıktı, “Âmîn!” buyurdu. Üçüncü basamağı çıktı, “Âmîn!” buyurdu.

Minberden indiğinde biz dedik ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Bugün sizden daha önce işitmediğimiz bir şeyler duyduk. (Bunun hikmeti nedir?)” diye sorduk. Bize şöyle cevap verdi Efendimiz:

“–Bana Cebrâîl göründü. (Üç şeyi de îkâz etti. Hattâ tehdit mâhiyetinde «rahmetten uzak olsun» buyurdu. Birincisi;) Anne babası veya ikisinden birisi yanında yaşlanıp da (onları râzı ederek) Cennet’i kazanmayan kimse rahmetten uzak olsun dedi.” (Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545)

Anne-babalar bir rahmet. Teselsül, onlar vâsıtasıyla devam ediyor. Evlâdının âhiret derdinde olan anne-babalara ne mutlu! Cenâb-ı Hak o anne-babayı unutmamamızı, onlara vefâ duyguları içinde olmamızı arzu ediyor.

Yine âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:

“Rabbin sadece kendisine kulluk etmemizi (demek ki kulluk, Cenâb-ı Hakk’a olacak, şeriatin muhtevâsı içinde bir hayat olacak. Devamında:) anne-babanıza iyi davranmanızı kesin şekilde emretti. Onlardan biri (veya ikisi) senin yanında yaşlanırlarsa (tabi mâlum, yaşlanınca melekeler zayıflıyor) onlara «اُفٍّ» sakın ha «üf» bile deme, onları azarlama! «قَوْلًا كَرِيمًا» onlara keremli (ikramkâr) söz söyle.” (el-İsrâ, 23)

İltifatlı söz söyle. Yani ikisine de güzel söz söyle buyuruyor.

Yine diğer bir âyet-i kerîmede:

“Onları esirgeyerek, alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger. «Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, (nasıl anne-baba, evlâdının bir eziyetini-cefâsını çekti) Sen de onlara öylece rahmet et!» diyerek duâ et.” (el-İsrâ, 24) buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Yani bizleri âhiret saadetine hazırlayan anne-babaya ömürlük bir teşekkür hâlinde olmamız îcâb eder. Bu bir vefâdır.

Abdullah ibn-i Mes’ûd naklediyor:

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e:

“–Allâh’ın en çok beğendiği amel hangisidir?” diye sordum. Abdullah ibn-i Mes’ûd soruyor.

“–Vaktinde kılınan namazdır.” diye cevap verdi.

“–Sonra hangi ibadet gelir?” diye sordum.

“–Ana-babaya iyilik ve itaat etmek…” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Mevâkît 5, Cihâd 1; Müslim, Îmân 137-139)

Tabi anne-babanın emirleri de arzuları da şerîatin dışında olmayacak.

Yine, Ebû Hüreyre’nin rivâyet ettiğine göre, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:

“Anne-babasına veya onlardan sadece birine yaşlılık günlerinde yetişip de Cennet’e giremeyen kimse perişan olsun, perişan olsun, perişan olsun.” buyurdu. (Müslim, Birr, 9, 10)

Yani demek ki, Efendimiz’in derdi, ümmetinin derdi. Ümmetinin anne-babasına karşı hürmetkâr, saygılı ve ikramkâr olabilmesi.

Diğer taraftan, evlâtlar, anne-babaya hayır-hasenatla donatılmak üzere ihsan edilen ilâhî emanetlerdir. Anne-babanın en mühim vazifesi, evlâtlarını sâlih ve sâliha olarak, iffet ve edep timsâli olarak yetiştirmeleridir.

Cenâb-ı Hak Mü’minûn Sûresi’nde de:

وَالَّذِينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ

“Ve onlar ki iffetlerini korurlar.” (el-Mü’minûn, 5) buyuruyor.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Bir kişi vefat ettiği zaman amelleri kesilir, ancak üç şey bundan müstesnâdır: Sadaka-yı câriye…” (Müslim, Vasiyet, 14; Tirmizî, Ahkâm, 36)

Bu sadaka-yı câriyeden biri de yetiştirdiği evlâtların amel-i sâlih hâlinde olabilmesi, anne-babaya da bunların, bu ecirlerin intikâl etmesidir.

Cenâb-ı Hak bize bir, âhiret âleminden misal veriyor, kıyâmetten. Cennetliklere:

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ

(“Onlara merhametli Rabbin söylediği selâm vardır.” [Yâsîn, 58]) hitâbı olacak. Yani Cennet’e onlar büyük bir selâmla, büyük bir merasimle davet edilecek. Fakat orada anne-babanın evlâtların beraber olması ne mutlu! Şayet eğer anne-baba, evlâtlar birbirinden aykırı düşerse, en fecî ayrılık orada olacak. Orada:

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ

“Siz mücrimler! Bu tarafa!” (Bkz. Yâsîn, 59) denilecek. Dehşetli bir ayrılık. Bir kısmı Cennet yolcusu olacak, bir kısmı Cehennem yolcusu olacak.

Bu bakımdan, burada anne-babalara olan saygı, itaat, ikramkârlık. Diğer taraftan ise, evlâtların bir sadaka-i câriye olması. Evlâtların yine sâlih/sâliha olması. İnşâallah orada bir beraberlik olmuş olacak. Gerçek saâdet de bu olacak. Orada ebedî bir saâdet başlamış olacak.

Evlâtlarımızı sâlih ve sâliha olarak yetiştirmek için onların sâdık ve sâdıkalarla ünsiyet kurmasını sağlamak elzemdir. Eğer sâlih ve sâdıkalarla ünsiyet kurulmazsa, ister peygamber yakını olsun; Nuh -aleyhisselâm-’ın oğlu gibi, yahut Lût -aleyhisselâm-’ın hanımı gibi, Cenâb-ı Hak onların hazin bir âkıbetini bildiriyor.

“O aslâ (Nuh -aleyhisselâm-’a) senin zürriyetinden, senin âilenden değildir.” buyuruyor. (Bkz. Hûd, 46)

Yine Tahrim Sûresi’nde Cenâb-ı Hak, iki peygamber hanımının, fâsıklarla beraber olduğu için Cehennemlik olduğunu bildiriyor. (Bkz. et-Tahrîm, 10)

Velhâsıl birinci maddenin neticesi:

En büyük mîras, arkamızda İslâm karakter ve şahsiyetini temsil eden bir evlât bırakabilmek. Bu şekilde, birinci olan birinci madde tahakkuk etmiş olur.

İkinci maddede ise, Cebrâil’in ikinci îkâzı:

“«Sen’in ismin yanında zikredilip de Sana salevât getirmeyen kimse rahmetten uzak olsun!» buyurdu.” (Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545)

Rasûlullah Efendimiz buyuruyor:

“İnsin ve cinnin isyankârları hâriç, bütün mahlûkat beni tanır.” (Ahmed bin Hanbel, III, 310)

Cemâdat tanıyordu. Meselâ Uhud, Efendimiz’i tanıdı.

“Uhud bizi sever, biz de Uhud’u severiz.” buyurdu Efendimiz. (Buhârî, Cihâd, 71; Müslim, Hacc, 504)

Hattâ Uhud’a Efendimiz, Ebû Bekir ve Ömer -radıyallâhu anh- ile beraber, Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- ile beraber Uhud’a çıktıkları zaman, Uhud bir titredi. Rasûlullah Efendimiz:

“«اُسْكُنْ» buyurdu, sâkin ol Uhud buyurdu. Üzerinde bir Sıddîk, iki şehîd var.” buyurdu. Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz vefât ettikten sonra, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- Efendilerimiz, kendilerinin şehîd olacaklarını anladılar. (Bkz. Buhârî, Ashâbü’n-Nebî, 6; Tirmizî, Menâkıb, 18/3703)

Cemâdat tanıyordu. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle naklediyor:

“Rasûlullah ile Mekke’deydim. Beraberce Mekke’nin bazı yerlerine gittik. Dağların ve ağaçların aralarından geçiyorduk. Peygamber Efendimiz’in karşılaştığı bütün dağlar ve ağaçlar, «es-Selâmu aleyke yâ Rasûlâllah» diyorlardı.” (Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 6/3626)

Nebâtat, Efendimiz’i tanıyordu: Hurma kütüğü, yani Hannâne direği tanıdı, titreyen o direk ve ayrı kalmanın hüznüyle inledi. Buhârî hadîsi, mütevâtir hadîs-i şerîf.

Mevlânâ Hazretleri, Rasûlullâh’a muhabbet hususunda bir mü’minin de hurma kütüğünden aşağı kalmaması gerektiğini ifade sadedinde şöyle buyuruyor:

“Sen bir ağaçtan daha aşağı değilsin ve kütükten daha aşağı değilsin. Hannâne direği ol, yani titreyen o direk ol, sen de ayrılıklardan inle.” Yani Efendimiz’in hasretini duy, onu özle, buyuruyor.

Hayvanat tanıyordu Efendimiz’i, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i. Nitekim sahibi tarafından aç bırakılarak çok çalıştırılan bir deve, Efendimiz’i görünce ağlayarak derdini anlattı. Efendimiz de onun çağırdı sahibini:

“–Senin dedi, bunun mukâbilini, karşılığını âhirette vereceğini düşünmüyor musun?” buyurdu. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 44/2549)

Yine Şifâ-i Şerîf’te nakledildiğine göre Efendimiz’in devesi, yani Kasvâ, Rasûlullah Efendimiz’in vefatından sonra, ölünceye kadar bir şey yiyip içmedi.

Rabbimizin lûtfu ve ihsanıyla, bütün mü’minlere çok düşkün olan şefkat ve merhametle dolu olan Peygamber Efendimiz’e ümmet olduk. Bu bize en büyük bir nîmet. Bize en büyük bir şükür…

Cenâb-ı Hak buyuruyor Ahzâb 56. âyette:

“Allah ve melekleri Peygamber’e çok salât getirirler…”

Yani Allah salât getiriyor, onu “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (âlemlere rahmet) olarak gönderdi. Melekler salât ediyor, duâ ediyorlar.

“Allah ve melekleri Peygamber’e çok salât/salevat getirirler. Ey mü’minler siz de O’na çok salât ve selâm getirin…” (el-Ahzâb, 56) buyuruyor.

Übey bin Kâ‘b naklediyor:

Gecenin üçte biri geçince Rasûlullah Efendimiz uyanıp kalktı ve şöyle buyurdu:

“İnsanlar! Allâh’ı zikredin, Allâh’ı zikredin. Yeri yerinden oynatan birinci Sûr üflenecek (kıyâmet). Ardından ikinci Sûr gelecek. Ölüm bütün şiddetiyle gelip çatacak. Ölüm bütün şiddetiyle gelip çatacak…” (Tirmizî, K›yâmet, 23/2457)

Yani daima, hayatın her safhasında, bilhassa seherlerle de hazırlıklı olabilmek…

Yine Rasûlullah Efendimiz’e bir şahıs geldi:

“–Yâ Rasûlâllah! Ben Sana çok salevât-ı şerîfe getiriyorum. Acaba bunun bir miktarı var mı?” dedi. Efendimiz:

“–Dilediğin kadar yap.” dedi.

Yine bu, devam etti, şu kadar yapsam, şu kadar yapsam…

Efendimiz:

“–Daha fazlasını yapsan daha iyi olur.” buyurdu. Devamında da:

“–O takdirde Allah senin bütün sıkıntılarını giderir ve günahlarını bağışlar.” (Bkz. Tirmizî, K›yâmet, 23/2457)

Demek ki burada şunu düşüneceğiz:

Cenâb-ı Hak, Efendimiz’i ne kadar seviyordu, Efendimiz’i sevenleri de o kadar bağışlıyor. Demek ki daima gönlümüz, dilimiz, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e, bir ıslak hâlde olacak salevât-ı şerîfe ile ıslak hâlde olacak. Duygularımız, Rasûlullah Efendimiz’le beraber olacak.

Daima şunu düşüneceğiz:

“Allah Rasûlü benim yanımda olsaydı; benim ibadet, muâmelât, ahlâkım, davranışlarım… Bunlara acaba tebessüm eder miydi?..”

Bugün Rasûlullah Efendimiz’i tanıyabilirsek, yarın Mahşer’de de O bizi tanır. Havz kenarında bizi kabul eder. Gönlümüz O’nu görecek kıvamda olursa, O da bize nazar eder. O’nu duyar ve dinlersek, O da bize ihsanlarıyla bizi âbâd eder, ihyâ eder.

Peki bu nasıl gerçekleşecek?

Rasûlullah Efendimiz buyuruyor:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyuruyor. (Buhârî, Edeb, 96)

Demek ki bu hadîs-i şerîfin muhtevâsından hisse alabilmek.

Yani bir mü’min, Efendimiz’e benzediği ölçüde O’nunla beraberdir. O’nun âb-ı hayat kaynağı olan hayatından hisse aldığı nisbette kendi gönül toprağına rahmet yağmurları yağmaya başlar. O’na ne kadar yakın olursak, O’nu o kadar yakından tanırız.

Misaller; Efendimiz’i tanıyanlar:

Rasûlullah Efendimiz Yemen tarafına döndü:

“Ben buradan nefes-i Rahmânî’yi duyuruyorum buyurdu. Ben bu beldeden gelen nefes-i Rahmânî’yi duyuyorum.” buyurdu. (Bkz. Taberânî, Kebîr, VII, 52/6358)

Demek ki Efendimiz’in hâliyle hâllenebilmek. Ne kadar hâliyle hâllenebilirsek, o kadar nefes-i Rahmânî’den hisse gelmiş olur.

Birkaç misal, sayısız misallerden:

Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh-. Oğlu geldi:

“–Baba dedi, Allah Rasûlü intikâl etti.” dedi.

Elini kaldırdı:

“–Yâ Rabbi dedi (Abdullah bin Zeyd), artık bu gözlerimi al dedi. O’nu gördükten sonra ben artık hiçbir şey görmeyeyim.” dedi.

O’nun hâtırasıyla, O’nun hâliyle yaşayayım demek istedi. O anda gözleri âmâ oldu. (Bkz. Kurtubî, el-Câmî, Beyrut 1985, V, 271)

Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:

“–Kızım Âişe dedi, bugün günlerden nedir?” dedi. Hilâfetinin son günlerinde.

“–Baba dedi, pazartesi.” dedi.

“–Aman kızım, ne olursun dedi, beni dedi, hemen dedi, son nefesimi verir vermez, Allah Rasûlü’nün yanına götürün, beni O’na mülâkî edin.” dedi. (Bkz. Ahmed, I, 8)

Ömer -radıyallâhu anh- da aynı şekildeydi. Kızı Hafsa gelip:

“–Baba, devlet hazinesi genişledi. Biraz kendinize biraz daha fazla alsanız, maddî bir zorluğun içindesiniz.” deyince:

“–Kızım dedi, sen Allah Rasûlü’nün hanımı değil miydin dedi. Bana söyler misin, Allah Rasûlü ne yerdi, ne içerdi, hayatının muhtevâsı nasıldı? Yoksa, kızım Hafsa! Sen benim, Ebû Bekir’den sonra bu yolun üçüncüsü olmamı istemiyor musun?” (Bkz. Ahmed, Zühd, s. 125; fiehbenderzâde Ahmed Hilmi, Târih-i ‹slâm, I, 367)

Velhâsıl hep bunlar nedir? Efendimiz’e hasret! Sahâbede de ayrı hasretler vardı. Evliyâullahta ayrı hasretler vardı.

Meselâ Seyyid Ahmed Yesevî Hazretleri, 63 yaşına girdiği zaman, bir mahzen gibi bir yere çekildi, 10 sene irşâdına oradan devam etti.

“–Allah Rasûlü 63 yaşında vefat etti, bundan sonra benim dünyada görecek hiçbir şeyim yok.” buyurdu.

Tabi bunlar bir gönül işi bunlar. Bunlar bir şov hareketi olarak yapılırsa, riyâdan başka öteye geçmez. İş, kalbin bu hâli duyması, hissetmesi.

Yine, İmam Nevevî Hazretleri, hayatının her safhasını Sünnet-i Seniyye ile istikâmetlendirirdi. Karpuzu Allah Rasûlü nasıl kesti, nasıl yerdi, onu hadislerde rastlamadığı için karpuz yemedi.

Velhâsıl Efendimiz’in hâliyle, ahvâliyle hâllenebilmek… Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’tan başlayarak sahâbe, derece derece Efendimiz’in hâliyle hâllendi, evliyâullah da o şekilde devam etti.

Biz de ne kadar -bilhassa bu Ramazân-ı Şerîf’te- hâllenebilirsek, biz de o kadar Rasûlullah Efendimiz’le beraberliğin lezzetini tatmış oluruz -inşâallah-.

Ashâb-ı kirâm daima şu duyguların içindeydi:

Dünyada bir, insanlıkta bir âbide gördü, O’na hayran oldu.  “Canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” dedi. Onların bütün gâyesi ashâbın, âhirette beraber olabilmekti.

Demek ki bizim de muhabbetimize göre o duygular içinde olmamız tabiîdir -inşâallah-.

Meselâ, sayısız misallerden biri, Sevban -radıyallâhu anh-. Sevban -radıyallâhu anh-ʼın dünyaya ait hiçbir şeyi yoktu. Bir gün geldi; çok mahzundu, mağmumdu, hüzünlüydü. Efendimiz:

“‒Sevban, kederin nedir?” dedi. Niçin mağmumsun dedi. Seni bu gama sürükleyen nedir?” dedi.

“‒Yâ Rasûlâllah dedi. Sohbete geliyorum, hâlden hâle geçiyorum. Eve gidiyorum, hasret kalıyorum. Düşünüyorum; ya Siz benden evvel vefat edeceksiniz, yahut da biz Sizʼden daha evvel vefat edeceğiz. Biz bu ayrılığa nasıl dayanacağız? Siz orada peygamberlerle beraber olacaksınız. Biz ise kim bilir nerede savrulup kalacağız? Bunu düşündükçe hâlden hâle geçiyorum. Gamdan gama doğru gidiyorum.”

Efendimiz biraz sükût etti:

“‒Sevban dedi;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 96)

İşte sahâbeyi en çok sevindiren, seven, sevdiği hadîs-i şerîf buydu. (Bkz. Müslim, Birr, 163)

Onun için hayatını Rasûlullah Efendimizʼin hâliyle istikâmetlendirmenin, mîzân etmenin gayreti içinde oldular.

Yine âyet-i kerîmede buyruluyor:

“De ki (Rasûlʼüm!) Eğer siz Allâhʼı seviyorsanız, bana uyun ki (yani Rasûlullahʼa uyun ki) Allah da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın…” (Âl-i İmrân, 31)

Demek ki Cenâb-ı Hak ne kadar Rasûlullah Efendimizʼi seviyor? Biz de Rasûlullah Efendimizʼi ne kadar çok seversek, demek ki o kadar da bizi Cenâb-ı Hak sever.

Yine Nisâ Sûresi 80. âyetinde Cenâb-ı Hak:

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

(“Kim Rasûl’üne itaat ederse Allâhʼa itaat etmiş olur.” [en-Nisâ, 80])

Allah Rasûlüʼne itaat, Allâhʼa itaatir. Yani Cenâb-ı Hak iki itaati birleştirmiş oluyor. Bununla misaller çok, Efendimizʼe muhabbet.

Meselâ bunlardan biri de Enes bin Mâlikʼtir. Efendimiz vefat ettiği zaman 20 yaşındaydı:

“–Rüya görüp de Efendimizʼi görmediğim hiçbir rüyâ yoktur.” buyuruyordu.

Velhâsıl Efendimizʼe olan yakınlık bize neler getirir? Efendimizʼde ne vardı?

Sîmâsında nûr-i melâhat vardı: Cenâb-ı Hak bize “مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ” (secde izi) (Bkz. el-Fetih, 29) buyuruyor. Bizde bir secde alâmetinin olması. Efendimizʼin o nûr-i melâhatinden bir hisse alabilmemiz.

Başka ne vardı:

Sözlerinde selâset vardı: Bir zarâfet vardı, incelik vardı. Rûha ferahlık veren bir akış vardı.

Hareketlerinde letâfet vardı: Bir huzur tevzî ediyordu.

Lisanlarında talâkat vardı, kelâmlarında fesâhat vardı: Beyanlarında fevkalâdelik, bütün davranışlarında sayısız güzellikler vardı.

İşte bu muhabbet dolayısıyla bizde ne kadar bir muhabbet var; bu kadar bir inʼikâs olur.

Mevlânâ bu muhabbeti ne güzel bir îzah eder, yani muhabbetin getirdiği huzuru, süruru, sevinci, saâdeti ne güzel ifade eder:

“Muhabbette acılar tatlılaşır.

Muhabbet sayesinde bakırlar altın olur.

Muhabbetle tortular durulur, arınır, berraklaşır.

Muhabbet vesilesiyle, dermansız dertler şifâ bulur.

Muhabbetle ölüler dirilir, yani ölü kalpler canlanır.

Muhabbet sayesinde padişahlar kul olur.

Muhabbet dolayısıyla zindanlar gül bahçesine döner.

Muhabbetten ötürü karanlık evler aydınlanır, nurlanır.

Muhabbet vesilesiyle nâr/ateş, nûr olur.

Hâsılı muhabbet ile kahır, rahmet olur.”

Şâirler de bunu ne güzel ifade eder:

Meselâ Fuzûlî, her gördüğü şeyde Rasûlullah Efendimizʼi hatırlar. Çünkü kâinâtın yaratılış sebebi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼdir. Gözünden akan damlaya, ona bir mânâ verir. Akan suyu gördüğü zaman, ona bir mânâ verir:

“Hâk-i pâyine yetem der ömürlerdir muttasıl

Başını daştan daşa urup gezer âvâre su” der.

Sanki o suyun çarpa çarpa gitmesi, kendisini sanki Allah Rasûlüʼnün ayak ucuna yaklaşmanın hasretiyle olduğunu…

Yine bir bahçıvana bakar; bahçıvan gülleri sular.

“‒Bahçıvan der, boşuna zahmet etme der. Sen bin tane gül sulasan, öyle bir Gül elde edemezsin.” der.

Esʼad Erbilî Hazretleri de, sabır taşında goncalar çıktığını ifade eder:

“Yastığımı dikenden yaparsam, rüyamda Gülʼü görürüm.” buyuruyor. Yine;

“(Gönül nûr-i cemâlinden) Habibim, nevbahar ateş.” buyuruyor.

Her şeyin bir yangın hâlinde olduğunu. Gönlündeki yangının her tarafa aksettiğini bildiriyor.

Yaman Dede, -Allah rahmet eylesin, hocamız-:

“(Cemâlinle) ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlâllah!”

O da bir yangının içinde olduğunu ifade ediyor.

Velhâsıl bunlar, bu hâl nasıl oluyor? Okumakla mı? Hayır. Bu bir kalbin Rasûlullah Efendimizʼe yaklaşmasıyla, Cenâb-ı Hakkʼa yakınlığıyla, bir vuslatla meydana geliyor.

Demek ki, birincisi; “anne-babaya itaat.”

İkincisi; Rasûlullah Efendimizʼe karşı olan muhabbetimizdi, Cebrâilʼin îkâzı.

Üçüncüsü de:

“«Ramazanʼa erişip de günahları affedilmeyen kimse rahmetten uzak olsun!» buyurdu.” (Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545)

Bütün, en büyük ikram… Cenâb-ı Hak temizlemek istiyor kulunu. Kulundan vuslat istiyor. Kuluyla beraberlik istiyor. “وَنَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي” (“…Rûhumdan üfürdüğüm zaman…” [el-Hicr, 29; Sâd, 72]) buyuruyor. Kendinde olan vasıfların kuluna Cenâb-ı Hak intikâlini istiyor.

Yani Ramazan, ilâhî bir lûtuf. Rûhu güzelleştiren, rûhu bir bahar hâline getiren bir mevsim. Ramazan, dostluğa davet; Allah ve Rasûlʼü ile dost olma ayı. Kulun, fazîletlere nâil olma ayı. Kâinatta en güzel manzaralar, bütün nebâtâtın bir nevî yeniden canlandığı ilkbaharda sergilenir.

On iki ayın mânen de bahar mevsimi, yani fasl-ı baharı, Ramazân-ı Şerîf olmuş oluyor.

Ramazanʼda ilk defa “oruç” hatırımıza geliyor. Oruç ibadeti… Her ibadetin ayrı ayrı fârikaları var:

Namaz; fahşâdan, münkerden koruyor. Tabi, kalp ve beden âhengi içinde bir namaz.

Yine kalp ve beden âhengi içinde bir oruç ise, Allâhʼın nîmetlerinin kadrini bildiriyor. Kişiyi tefekküre davet ediyor. Yarım gün bir açlığa dayanmakta ne kadar bir zorluk başlıyor. Demek ki Cenâb-ı Hakkʼın nîmetlerini ne kadar tefekkür edeceğiz, “sayısız nîmetlerini sayamazsınız.” buyuruyor. (Bkz. İbrahim, 34)

Diğer, ikincisi; kulda bu, şükran, teşekkür hislerini uyandırıyor.

Cenâb-ı Hak:

“…İster şükredici ol, ister nankör ol!” (el-İnsân, 3) buyuruyor.

Bütün mahlûkat arasında Cenâb-ı Hakkʼın en çok ikram ettiği, insan.

Üçüncüsü; insan insana zimmetli. İnsan insandan mesʼûl, müʼmin müʼminden mesʼûl.

Üçüncüsü; yoksulların ve çâresizlerin hâlinden anlama şuuru kazandırıyor.

Yusuf -aleyhisselâm- bunun için aç olarak dağıtıyor hazine veziriyken.

“‒Niçin?” diyorlar.

“‒Çünkü diyor, ben diyor, aç olayım ki, açların hâlinden anlayayım.” buyuruyordu.

Dördüncüsü; nefsânî arzu ve temâyülleri bertaraf eder.

Darkâvî Hazretleri buyuruyor ki:

“Bedenin nefsânî hislerini güçlendirdiğin ölçüde, rûhu zayıflatırsın. (Yani bedenî, nefsânî hisler ne kadar güçlenirse, o kadar, rûhu zayıflatırsın.) Bunun zıddına rûhu güçlendirdiğin nisbette de nefsânî hisleri zayıflatırsın.”

Gazâlî Hazretleri, nefsi ata benzetiyor:

“Bir diyor, süvâri diyor, atını terbiye ederse onu istediği menzile götürür diyor.  Yok diyor, terbiye edemezse diyor, azgın at diyor, onu bir uçurumun kenarından aşağıya savurur.” diyor.

Yani nefsinin efendisi olan, bütün bir âlemin efendisi olur. Nefsinin kölesi olan ise, bütün âlemin kölesi olur.

İşte Cenâb-ı Hak:

“عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ”  buyuruyor. “Çalışmıştır, boşuna!” (el-Ğâşiye, 3) diyor. Yani o kadar hayatın hamallığını yapmış oluyor.

Oruç ibadeti yine ayrıca, maddenin esaretinden kurtarıp sabır denilen yüksek bir ahlâkî meziyete eriştiren bir ibadet olmuş oluyor.

Yine oruç sayesinde belli bir süre içinde bazı helâllerden bile vazgeçiyoruz. Demek ki bize haram ve şüphelilere karşı ne kadar mukâvemet göstereceğiz ve bizde sağlam bir irâdenin inşasına yardımcı olacak.

Bilhassa israf musibetinden kendimizi kurtaracağız. Riyâzat mevsimi olan Ramazân-ı Şerîfʼi hayatımızın her safhasına intikâl ettireceğiz.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Oruç, kalkandır.” (Nesâî; Sıyâm, 43)

“Biriniz oruç tuttuğu gün kötü söz söylemesin, kavga etmesin. Kendisine birisi hakâret ederse/çatarsa «Ben oruçluyum.» desin.” (Buhârî, Savm, 9; Müslim, Sıyâm, 163)

Ondan sonra Efendimiz, oruçlunun ağzından gelen mis gibi kokuyu vs… birtakım, orucun getirdiği şeyden bahsediyor, faziletten.

Velhâsıl Ramazân-ı Şerîf bir takvâ ayı. Nitekim oruçtan maksat da takvâya erebilmek. “لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ” “…Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183)

Takvâ ise Cenâb-ı Hakkʼın rızâsı ve muhabbetini kaybetmeme korkusuyla Oʼnun râzı olmadığı her türlü hâl ve davranışlardan titizlikle sakınmak hassâsiyeti.

Makbul bir oruç için;

Göze oruç tutturmak îcâb eder: Göz, haramları görmeyecek. Nasıl yolda giden arabanın plakalarını okumuyoruz; öyle plaka okumayacağız. Göze oruç.

Kulağa oruç: Yanlış sadâlardan kendimizi koruyacağız.

Bedene oruç: Bütün uzuvlara oruç.

En mühim; kalbe oruç: Kalbin, Cenâb-ı Hakkʼın -demin bahsettiği- nîmetleri düşünmesi. Bir acziyet içinde “Aman yâ Rabbi!” diyebilmesi.

Niyetlere oruç: Hâlisâne bir niyet. Oruç bize dünyanın fânî nîmetleri elinden alınacak bir âhiret yolcusu olduğumuzu hatırlatmalı.

Oruç, mânevî bir kazanç kapısı.

Rasûlullah Efendimiz buyuruyor:

“Cennetʼte birtakım köşkler vardır. Dışları içten, içleri dıştan görülür.”

“‒Yâ Rasûlâllah! Bu köşkler kime aittir?” diye sahâbî soruyor. Efendimiz de 4 tane vasıf sayıyor. Birincisi:

“‒Sözünü güzel ve hoş söyleyen, tatlı dilli…” (Bkz. Tirmizî, Birr, 53/1984)

Ebû Kursâfeʼnin annesi ve teyzesi diyorlar ki:

“Biz böyle bir insan görmedik diyorlar Rasûlullah Efendimizʼe. Sanki konuşurken ağzından nur saçılıyordu.” (Heysemî, VIII, 279-280)

Demek ki, birincisi; “Sözünü güzel ve hoş söyleyen tatlı dilli.”

“قَوْلًا لَيِّنًا” (Bkz. Tâhâ, 44)

“قَوْلًا كَرِيمًا” (Bkz. el-İsrâ, 23)

Velhâsıl Kurʼân-ı Kerîm nasıl muhataplara karşı nasıl konuşacağımızı ifade ediyor.

“Yemek yediren.” ikincisi. O köşkler, açları doyuranlar, yani merhamet tevzî edenler.

Üçüncüsü; “Oruca devam edenler.”

Dördüncüsü; “Gece herkes uyurken Allah için teheccüd namazı kılanlar.” (Bkz. Tirmizî, Birr, 53/1984)

İşte bunlara, bunlar o köşkün sahibi olmuş olacaklar.

Tabi Ramazanʼda oruç, o da ayrı bir güzellik, o da ayrı bir şeylik…

Yine hadîs-i kudsîde buyruluyor:

“Kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden bence daha sevimli herhangi bir şeyle Bana yakınlık kazanamaz. Kulum Bana farzlara ilâveten işlediği nâfile ibadetlerle durmadan Bana yaklaşır. (Tabi farzlar olacak, nâfilelerle de mesafe katedilecek.) Nihâyet Ben onu severim. Kulumu sevince de âdeta Ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden her ne isterse onu mutlaka veririm. Bana sığınırsa onu korurum.” (Buhârî, Rikāk, 38)

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de müstehapların, nâfilelerin yerine getirilmesi hususunda gevşeklik gösterilmemesini arzu eder. Yani;

“Müstehaplar Cenâb-ı Hakkʼın sevdiği ve râzı olduğu şeylerdir. Kişi yeryüzünün bir köşesinde Hak Teâlâʼnın sevdiği ve râzı olduğu bir ameli bilir ve onu yapma imkânı olursa onu kendisine bir servet, bir ganimet bilsin buyuruyor. Bunu, birkaç kırık saksı parçasıyla değerli taşları satın alan kimsenin hâline benzer onun hâli.”

Yine Darkâvî Hazretleri:

“Vuslat için, hakikatlerin idrakine ulaşmak için yolunun kısalmasını istiyorsan farzlarla beraber nâfile ibadetlere de sımsıkı sarıl.” buyuruyor.

Yine Mirza Mazhar Cân-ı Cânân Hazretleri:

“Ramazân-ı Şerîf zikirle uyanık olarak geçirilirse senenin kalan kısmında bu güzel hâller devam eder. Eğer bu ay bir kusur ve gevşeklik olursa, bunun izi bütün sene boyunca görülür.”

Demek ki Ramazan, hayatın muhtevasının bir röntgeni mesabesindedir.

Îtikâf çok mühim. Fakat burada, hadîs-i şerîfte îtikâftan daha mühim bir hâdise naklediliyor. Bunu Abdullah bin Abbas -radıyallâhu anh- naklediyor. Bu -Allâhu aʻlem- Arşʼın gölgesinde olan yedi kişiden birinin vasfı.

Bir gün Efendimizʼin mescidinde îtikâf hâlindeyken Abdullah bin Abbas, yanına birisi geliyor, selâm veriyor. Mahzun şekilde oturuyor.

(Tabi âyette Cenâb-ı Hak, kalbi olanlar için:

“…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyuruyor.)

Şöyle bakıyor o kişiye:

“‒Kardeşim, senin bir derdin var diyor. Nedir derdin?” diyor.

“‒Kardeşim diyor, borcum var diyor, ödeyecek tâkatim yok diyor. Bunun için de ben çok mahzun oluyorum.” diyor.

“‒Peki, sana ben yardım edeyim mi?” diyor.

“‒Memnun olurum.” diyor.

Ayakkabılarını aldıktan sonra, çıkarken kapıdan, dedim ki:

“‒Ey Abdullah bin Abbas! Sen îtikâftasın, îtikâftan çıkılmaz dedim. Biliyorsun bunu dedim.” diyor.

Bana döndü, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin kabrini göstererek:

“‒Daha yakında yanımızdan ayrılan bu Fahr-i Kâinât Efendimizʼden duydum ki; «Kim bir müʼminin zarûrî olan bir derdine derman olursa, o şu kadar, şu kadar itikâftan daha hayırlıdır.» buyurdu. İşte ben de o ecre nâil olmak için itikâftan çıkıyorum.” (Bkz. Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, Beyrut 1990, III, 424-425)

Demek ki îtikâf çok mühim. Fakat demek ki îtikâftan daha da mühim olan hizmetler var.

Tabi bu ayda sadaka var, zekât var, infak var.

Zekât, borcumuz. Onu aramak, bulmak ve ehline vermek zarûrî.

Zekâtın iki şartı vardır:

Temlik; onun mülküne geçirilecek.

Ve bir de taharrî; araştırılıp verilecek.

Eğer araştırılmadan verilirse, eğer yerine gitmemişse, iâde etmek ister. Yok eğer taharrî yapılmış, araştırılmışsa, fakat menfilik çıkmışsa, yine zekât yerine geçmiş olmuş olur.

Yine bu, infakta bir ölçü var. Bu da Cenâb-ı Hak:

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

Bizim îmânımızın testini istiyor. Mülkün sahibi Cenâb-ı Hak. Veren Cenâb-ı Hak. Cenâb-ı Hakk’ı ne kadar seviyoruz?

“Sevdiğiniz şeylerden Allah için infak etmedikçe, birre (Allâh’a) yaklaşamazsınız…” (Bkz. Âl-i İmrân, 92) buyruluyor.

Velhâsıl vermek, sadaka, infak; bizim merhametimizin şahidi. Merhamet, insanlığımızın şahidi. Merhameti kaybedince vicdan ve insanlığımızdan da bir şey kalmaz.

İşte bugün Dünya… Nasıl küresel güçler, nasıl bir merhameti kuruttular birçok beldede? O merhamet filizini çürüttüler. İnsanlar mazlum oldu. Akdeniz bir kabristan oldu. Suriye bir insan mezbelesine döndü.

Kim yaptı bunu?

Merhameti unutanlar yaptı, vicdanı kurutanlar oldu.

Cenâb-ı Hak ne gönderdi? Yok kadar bir virüsle terbiye ediyor. O petrol, o güçler, sıfırlandı gitti.

Nasıl Ebrehe ordusuna atılan, Ebâbil kuşlarının attığı ufak taşlar gibi. Fakat belki şu virüs daha câlib-i dikkat: Dünyaya yayılan bu virüs, Ebâbil kuşlarının attığı iki-üç taşın hacminde. Cenâb-ı Hak, yok kadar bir şeyle, nasıl o kibirlenen güçleri, nasıl perişan ediyor!

Demek ki merhamet, insanlığımızın şâhididir. Merhamet kaybedilince, vicdan ve insanlığımızdan bir şey kalmaz. Ve bu insanlığımıza bir vedâ durumundadır.

En bedbaht, zavallı insan, merhametini zâyî edendir. Muhtacın ihtiyacını görmek, mü’minin bir vicdan vazifesidir. Müslüman, muhtaçları sevindirmek neş’esiyle yaşayan insandır. Onun için daima mazlumlar unutulmayacak.

Tabi burada çok âyet-i kerîmeler var. Tabi bu sadakanın, zekâtın, en verimli olduğu mevsim ne zaman? Ramazân-ı Şerîf olmuş oluyor.

Efendimiz buyuruyor:

“…Mallarının zekâtını vermekten kaçınan her millet, mutlakâ yağmurdan mahrum olur. Hayvanlar olmasa onlara yağmur yağdırılmaz.” (İbn-i Mâce, Fiten, 22; Hâkim, IV, 583/8623; Beyhakî, Şuab, III, 197)

Demek ki bu hadîs-i şerîfe baktığımız zaman, demek ki biz hayvanlara da minnettârız. Hayvanlara güzel bir hoş muâmele edeceğiz. Çünkü daima toplumda zekât vermeyen bir kesim de var. Fakat o hayvanlar yüzünden Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti yine devam ediyor.

Yine Mevlânâ Hazretleri buyuruyor ki:

“Şems bana bir şey öğretti. (Fakat zihnine ihtiyacı yoktu Mevlânâ’nın. Şems’ten zihnine alacağı bir şey yoktu, fakat kalbine öğretti.) Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin sen dedi. Celâleddîn sen ısınma hakkına sahip değilsin dedi. Ben de biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’min var, ben artık ısınamıyorum.”

Mevlânâ da… Ebû Saîd bin Ebu’l-Hayr’dan işaret edilen bir dörtlük vardır, bunu Mevlânâ’ya izâfe ederler. Mevlânâ bir yüreğin bir dergâh hâline gelmesi. O dergâhta o kalbin dergâhında bir mahşer kaynaması. Günahkârlar, mücrimler vs. Onlara çâre bulmak, onları ıslah etmek, onları irşâd etmek, müsterşidi irşâd edebilmek. Onun için buyurur ki:

بَازآ بَازآ هَرْ آنْچِه هَسْتِی بَازآ

گَرْ کَافِرُ و گَبْرُ و بُتْ پَرَسْتِی بَازآ

اِینْ دَرْگَهِ مَا دَرْگَهِ نَوْمِیدِی نِیسْتْ

صَدْ بَارْ اَگَرْ تَوْبَه شِکَسْتِی بَازآ

Yani;

“Gel! Gel diyor. «بَازآ بَازآ» Fakat, geri dön gel (diyor. O kötü hasletlerden, onları bırakarak gel diyor. Mâzinde diyor.)

Kâfir, mecûsî, putperest olsan da diyor gel!

Çünkü bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir diyor.

Hattâ tevbeni yüz kere tevbeni bozsan da, yine gel!..” diyor.

Burada neyi gör diyor, burada İslâm’ın o güzelliğini gör, o muhabbeti gör, o insanlığı gör. Gel burada, gönül bir rehabilite merkezi, gel burada tedavi ol buyuruyor.

Bu nedir işte; ehlûllâhʼın bu derdi bu.

Yine Mevlânâ’da şunu görüyoruz: Bütün tasavvuf erbâbının ifade ettiği tasavvufu ne güzel ifade ediyor, hepsini hülâsa olarak;

مَنْ بَنْدَهِ قُرْآنَمْ اَكَرْ جَانْ دَارَمْ

مَنْ خَاكِ رَهِ مُحَمَّدْ مُخْتَارَمْ

Diyor. “Bu can, tende oldukça ben Kur’ân’ın kuluyum-kölesiyim. (Hattâ bir ifadesi; «Herkes köle olmaktan çekinir, ben ise köle olmaktan seviniyorum.» Ben Kur’ân’ın kölesiyim.) Ben, Hazret-i Muhammed Muhtâr’ın mübârek ayağının (bastığı yolun) toprağıyım.”

Yine Mevlânâ Hazretleri buyuruyor:

“Dünya hayatı bir rüyadan ibârettir. Dünyada servet sahibi olmak, rüyada define bulmaya benzer. Dünya malı, nesilden nesle aktarılır, yine dünyada kalır.”

Esas meziyet, malı kullanmayı bilip âhiret sermayesi yapabilmektir.

“İnsanın aslî evine ulaşabilmesi için, yani Cennet’e, birçok dünya konaklarından vazgeçmesi, onları bırakıp gitmesi icap eder.”

Yine, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- infâkın fazileti beyânında şöyle buyurur:

“Her sabah iki melek iner:

«–Yâ Rabbi! İnfak edene infakına karşılık yenisini ihsân eyle.» der. Diğerine de, yani cimriye;

«–Cimrilik edenin malını telef et yâ Rabbi!» der.” (Buhârî, Zekât, 27; Müslim, Zekât, 57)

Yine burada hadîs-i şerîfler var. Hepsi birbirinden mühim.

Teşvik var. Bu, mahrumların, yalnızların, kimsesizlerin gönlünü alabilmek. Yunus Emre ne güzel söyler:

Gönül Çalab’ın tahtı. (Çalab, Cenâb-ı Hak mânâsında.)

Gönül Çalab’ın tahtı

Çalab gönüle baktı. (Yani cemâlî sıfatlar hep kalpte tecellî eder.)

Çalab gönüle baktı

İki cihan bedbahtı

Kim gönül yıkar ise

Bütün mahlûkat, Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkâtı. Bütün mahlûkâta, hepsine Hâlık’ın nazarıyla bakabilmek. Burada Şâir Firdevsî, Şehnâme adlı eserinde güzel bir ifade buyurur:

مَيَازَارْ مُورِى كِه دَانَه كَشَسْت

كِه جَانْ دَارَدْ و جَانِ شِيرِينْ خُوشَسْت

“Bir yem tânesi çeken karıncayı incitme buyuruyor. Çünkü onun da canı vardır. Can ise, tatlı ve hoştur.”

Yani senin canın nasıl var, o karıncanın da bir canı var.

Demek ki bir karıncaya bile o nazarla bakabilmek. Yine bir karıncaya bile Allâh’ın emâneti olarak bakabilmek.

Yine Efendimiz zamanından dehşetli bir hâdise:

Abbâd bin Şurahbil var, o anlatıyor:

Bir zaman diyor, çok fakir düşmüştüm diyor. Belki yeni müslüman olmuştu o zamanlar. Bunun üzerine Medîne bahçelerinden birine girdim diyor. Başak ovup hep yedim, hem de torbama attım o başaklardan diyor. Derken bahçe sahibi geldi, beni yakaladı. Dövdü ve torbamı elimden aldı. Üstümdekileri de aldı. Ben de çâresiz, nâçar, Allah Rasûlüʼnün huzuruna gittim, şikâyet ettim.

Allah Rasûlü bahçe sahibini çağırttı. Ona iki şey sordu, (hepimizin dikkat edeceği):

“‒O dedi, câhildi, sen ona öğretmedin dedi. Açken doyurmadın.” dedi. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 85/2620-2621; Nesâî, Kudât, 21)

Demek ki öğretmemiz zarûrî. İslâmʼı yaşamamız, yaşatmamız zarûrî ve de açları doyurmamız zarûrî.

Ömer -radıyallâhu anh-… Kıtlık oldu. Ömer -radıyallâhu anh- o kıtlık sebebiyle cezâ vermedi, yani bir kısas yapmadı. Dediler ki:

“‒Ömer dediler, sen Allâhʼın emirlerine uymadın, kısas yapmadın.” dediler.

“‒Yok dedi, ben dedi, bu insanları aç bırakanlara kısas yapmam lâzım.” dedi.

Demek ki bir müʼmin daima toplumdaki açlardan, yalnızlardan, kimsesizlerden, gariplerden kendisini mesʼûl görecek.

Tabi ölüm, mühim bir hâdise. Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Herhangi birinize ölüm gelip de «Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de (ölümümü, biraz daha bana bir mesafe versen), sadaka versem, sâlihlerden olsam.» demeden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın.” (el-Münâfikûn, 10) buyuruyor.

Demek ki insan iki şeyi ölürken az görecek. Birincisi, ne kadar verirse versin verdiği sadakayı daima az görecek, ölüm ânında az görecek. Çünkü Cenâb-ı Hak; «يَاْخُذُ الصَّدَقَاتِ» “Ben alırım.” buyuruyor. (Bkz. et-Tevbe, 104)

İkincisi:

“Sâlihlerden olsam, demeden evvel.”

Demek ki dînin muhtevasında yaşadığı şeyi de az görecek, keşke daha çok amel-i sâlih sahibi olsaydım, diyecek.

Efendim, Ramazân-ı Şerîfʼi özüne uygun olarak yaşayabilmek. Nefsânî arzuları bertaraf etmek.

Cenâb-ı Hak:

فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا

(Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki.” [eş-Şems, 8] buyuruyor.

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9]

Fücur, takvâ ile bertaraf edilecek. Bu şekilde

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9]

İç âlem temizlenecek. Bunlardan birkaç misal verebilirsek. Zaten Allah dostlarından bir zât da tasavvufu şöyle tarif ediyor.

“Nefse (karşı) sulhü olmayan bir cenk. Son nefese kadar.”

Zaten nefs kalkarsa zaten kulluğumuzun hikmet-i vücudu ortadan kalkar. Yani nefisle beraber o kulluğu yaşayacağız ki nefsi bertaraf ederek insan meleklerden daha üstün hâle gelecek.

Birincisi, hayat, iptilâlar ve bir musibetler içinde çalkalanıyor med-cezirler içinde. Birincisi, bu iptilâları, musibetleri sabırla bertaraf edebilmek. Cenâb-ı Hak:

“Ey îmân edenler! Sabır ve namazla Allahʼtan yardım isteyin…” (el-Bakara, 153) buyuruyor. Yine;

“Ey îmân edenler! Sabredin, sebat gösterin, hazırlıklı olun ve intibaha gelin (uyanık olun), Allahʼtan korkun ki başarıya erişebilesiniz.” (Âl-i İmrân, 200)

“…Sabredenlerin mükâfatları hesapsız ödenecektir.” (ez-Zümer, 10) buyruluyor.

Kâinat kitabına baktığımız zaman, kâinâtın kevnî âyetlerine baktığımız zaman bize çok ders veriyor. Meselâ toprak, kışın çilesini çekmeden, ilkbahara kavuşamıyor.

Bir tohum, toprağın kara bağrında bir müddet kalmadan o tohum toprağın üzerine çıkmıyor. Bir anne, dokuz ay çile çekmeden, evlâdını kollarının arasına alamıyor.

Mevlânâ buyuruyor:

“Ey insan diyor, senin gönül dünyan bir misafirhanedir diyor. Sana gelen gamlar, sürurlar, sende bir misafirdir. Sakın onların daimî olacağını zannetme, gelen fânî gamlara üzülme. Çünkü onlar geçicidir. Hepsi senden ayrılacaktır, birer yolcudur. Fânî sürurlara da/sevinçlere de aldanma, zira onların da bekāsı yoktur.”

Velhâsıl fânîlere aldanma. Onun için sabır, sabır silâhını kullanabilme.

Efendimiz buyuruyor:

“Mü’minin hâli gıpta ve hayranlık verir. Çünkü her hâli kendisine bir hayır vesîlesidir. Böyle bir husûsiyet sadece mü’minde vardır. Sevinecek olsa şükreder, onun için bir hayır olur. Başına bir musibet gelecek olsa sabreder, bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)

Yine buyuruyor Efendimiz:

“Yorgunluk, sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan, ayağına batan dikene varıncaya kadar, müslümanın başına gelen her şeyi, Allah onun hatalarını bağışlamaya vesîle kılar.” (Buhârî, Merdâ, l, 3; Müslim, Birr, 49)

Yeter ki kulda ihlâs olsun.

Bir hikmetli sözde şöyle buyruluyor:

“Sabır, üçtür.

Bir; musibete karşı sabır.

İki; kullukta sabır.

Üç; günah işlememekte sabır.”

Yoklukta sabır olacak; küfre düşmeyecek, isyâna gitmeyecek.

Varlıkta sabır olacak; şımarmayacak, kendisine emânet olduğunun telâkkîsi içinde olacak.

Bu, sabır için yine tekrarlamak istiyorum:

Mevlânâ Hazretleri;

“Gülün dikene katlanması, onu güzel kokulu yaptı.” buyuruyor.

Yine, Es’ad Erbilî Hazretleri;

“Aşk gülistanının yolunda dikenden korkulmaz. Ben her dikenin üstünden binlerce gonca toplarım.”

Yani her sabır, birçok goncaları getirir. Yani sabır taşı üzerinde çok goncalar açar.

Yine Es’ad Erbilî Hazretleri;

“Hak uğruna seni ayıplayan olursa, buna aldırma. Zira bal toplayan için arı iğnesi nedir ki?”

Yine; “Dervişlik bostanında ıztıraptan zevk alırım. (Yani sabırdan zevk alırım.) Yastığımı dikenden yaparsam, rüyamda Gül’ü görürüm.”

Âyet-i kerîmede de Cenâb-ı Hak:

فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا buyuruyor.

“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” (el-İnşirah, 5-6)

Üçüncüsü; unutkanlığı zikirle bertaraf etmek.

Velhâsıl kul, Cenâb-ı Hak’la beraberlik olduğu zaman, Cenâb-ı Hakk’ı unutmaz.

Kalp, her gördüğü şeyde Cenâb-ı Hakk’ı hatırlar; “Aman yâ Rabbi!” der. İşte Cenâb-ı Hak:

“Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerindeyken (her vakit) Allâh’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını (derinden derine) tefekkür ederler. «Yâ Rabbi, Sen bunları boşuna yaratmadın. Bizi Cehennem azâbından koru!» derler.” (Âl-i İmrân, 191)

Yine bunun zıddı olarak Cenâb-ı Hak, Haşr Sûresi’nin 19. âyetinde:

“Allâh’ı unutan ve Allâh’ın da kendilerini unutturduğu kişiler gibi olmayın (buyuruyor). Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” buyuruyor.

Allah ile beraber olmanın getireceği en büyük lezzet:

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])

Onda bütün dünyevî lezzetler, bir çakıl taşı gibi oluyor. Hiçbir kıymet ifade etmiyor. Demek ki bu çok büyük bir lezzet oluyor. Hattâ İbrahim Edhem Hazretleri:

“Bizdeki diyor, Cenâb-ı Hak’la beraberliğin, itmi’nânın lezzetini krallar, güç sahipleri bilseler, tahtlarından vazgeçerler, güçlerini onu almak için -müşahhas bir şey olsa- bütün güçlerini verirler.” buyuruyor.

Tabi bu, uzun bir vuslatın, tahammülün bir neticesinde oluyor. Kalbin eğitiminin neticesinde. Zihnin değil, kalbin eğitiminin neticesi oluyor.

Yine İbn-i Abbas diyor:

“Allah diyor, farz kıldığı her ibadete belli bir sınır tayin etmiştir. (Orucun bir sınırı var, namazın bir sınırı var.) Fakat diyor, zikrin bir sınırı yok…” (Taberî, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, Beyrut 1995, XXII, 22; Kurtubî, XIV, 197)

Zikir bunun dışında. Kalp her an Cenâb-ı Hak’la beraber olacak. Kalp, buna alıştırılacak. Kalp, bunun lezzetini duyacak.

Yine Cenâb-ı Hak misal veriyor:

“Yedi gök, yerde bulunan her şey O’nu (Cenâb-ı Hakk’ı) tesbih eder. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz onların tesbîhini anlayamazsınız. O, halîmdir, bağışlayıcıdır.” (Bkz. el-İsrâ, 44)

Diğer mühim; kulda nankörlük var. Cenâb-ı Hak:

“…(İster nankör ol, ister şükret.) İster şükret, ister nankör ol.” buyuruyor. (Bkz. el-İnsân, 3)

Kul dâimâ Allâh’ın nîmetlerini düşünemez, bir üstüne bakar, nankör olur. Onun için şükür çok mühim. Nankörlük en büyük bir fâcia. İnsanlığa, vicdana vedâ etmektir. Nâdanlaşmadır, kabalaşmadır, alık ve abus olmaktır.

Cenâb-ı Hak:

“Benî Âdem’i mükerrem kıldık…” (el-İsrâ, 70) buyuruyor.

İnsan bunları aşacak, mükerrem olacak, nankör olmayacak, şükredici olacak.

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“…Kullarımdan şükreden azdır.” (Sebe, 13)

“…Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız.” (Âl-i İmrân, 144, 145)

Her nimetin şükrü var. En mühim şükür; müslüman olmak. Bunun şeyi nedir, şükrü? İslâm’ın muhtevâsı içinde yaşayabilmek.

Rasûlullah Efendimiz’e ümmet olmak. Sünnet-i Seniyye muhtevâsı içinde yaşayabilmek.

Gözün şükrü; onları haramdan korumak.

Kulağın şükrü; dedikodu vs. nemîmelerden koruyabilmek.

Ağzın şükrü; ya susmak yahut hayır söylemek.

Velhâsıl saymakla bitiremeyiz.

Rasûlullah Efendimiz o kadar çok, ayakları şişinceye kadar ibadet ederdi. Âişe Vâlidemiz:

“–Yâ Rasûlâllah! Allah Siz’in geçmiş-gelecek her şeyinizi bağışladı.” dediği zaman;

“–Yâ Âişe! Şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Teheccüd, 16)

Burada mühim bir nakil var. Hattâ bunu Sâmi Efendi Hazretleri bu kıssayı çok naklederdi. Bu kıssayı Ebû Abdullah el-Hârisü’r-Râzî naklediyor. Şükretmenin, nîmeti nasıl artırdığının güzel bir misali:

Allah Teâlâ bir peygamberine şöyle vahyetti:

“‒Ben filân kulumun ömrünün yarısını fakirlik, yarısını zenginlikle geçirmesine hükmettim. (Hep imtihan.) Hangisini evvel istiyorsa Ben onu vereceğim. Kendisine sor, arzusunu beyan etsin.”

Adam da karısına gidiyor;

“–Hanım! Böyle böyle diyor. Ben diyor, baştan fakirliği istiyorum, çünkü yaşlılıkta fakirlik zordur.” diyor.

Kadın diyor ki:

“–Sen diyor, bunu bana bırak diyor. Biz diyor, baştan zenginlik isteyelim.” diyor.

Adam gidiyor peygambere:

“–Evet diyor, ben diyor, hanımla görüştüm, baştan zenginlik istiyoruz.” diyor. Cenâb-ı Hak zenginlik veriyor.

Kadın diyor ki:

“–Bu hususta benim dediğime bak.” diyor kocasına. “Eğer diyor, zenginlik nîmetinin ömrünün sonuna kadar devam etmesini istiyorsan, Allâh’ın kullarına karşı cömert ol diyor. Kendine bir elbise aldığın zaman, aynı elbiseyi bir de fakire al.” diyor.

Onlar, daima kifâyet miktarını kullanıp gerisini infak ederler. Gerçek şükür hâlinde yaşarlar. Bunun üzerine Allah o peygambere vahyetti:

“‒Ben o kulumun ömrünün yarısını gınâ/zenginlik, yarısını da fakirlikle geçirmesini takdir etmiştim. Fakat gördüm ki o kulum bütün nîmetlerime şükretti. Şükür ise nîmetlerin ziyâdesi ve devamını vâcip kılar. Ömrünün geri kalan kısmını zenginlikle geçirmesini takdir ettim. Kendilerini müjdele.” buyurur. (Bkz. Ramazanoğlu Mahmud Sâmî, Bakara Sûresi Tefsîri, s. 33-34)

Mü’min üç yerde Allah ile sohbet hâlindedir buyruluyor kelâm-ı kibarda:

  1. Kalabalıktan incinmeyen yalnızlıkta.
  2. Bir ümitsizin, bir mahrumun, bir garibin, bir kimsesizin yüzünü ümitle güldürdüğü yerde.
  3. Zâlimin zulmüyle karşılaştığında kendisi şükür hâlinde olduğunda. Zâlimin zulmüyle karşılaştığı zaman dahî isyan hâlinde olmayacak, şükür hâlinde olacak.

Diğer bir husus:

İsyânı itaatle bertaraf etme:

İnsan neyin hayır, neyin şer olduğunu bilemez. Onun için en mühim “eslim-teslim” Cenâb-ı Hakk’a, takdîrine rızâ göstermek.

Âyet-i kerîmede buyruluyor:

“Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216) buyruluyor.

Onun için en mühim, teslimiyet. Kul, teslim olacak. Onun için “en hayırlı amel” onu Efendimiz’e sahâbî sorduğu zaman, Efendimiz o şahsın durumuna göre, zaafına göre, en hayırlı şeyi bildirirdi.

Efendim; en mühimine geldik:

Cimriliği cömertlikle bertaraf etmek:

Kul, mülkün, Allâh’ın olduğunu unutmayacak. Cimri, mülkün, Allâh’ın olduğunu unutur. İsraf eden müsrif, mülkün, Allâh’ın olduğunu unutur. Mülk, kendisinin zanneder. Bu ise bir israf, bu, şeytanın bir vasfı olduğunu, şeytanın Cenâb-ı Hakk’a çok nankör olduğunu bildiriyor.

Cimri insan, malına sığınan o kimse oluyor. Kārun da malına sığındı, kahroldu gitti. Benim dedi.

Hâlbuki yegâne sığınak, barınak, ilticâ edilecek yer, Cenâb-ı Hak’tır. Malı da veren O, senin de sahibin O, malın da sahibi, her şeyin sahibi O.

Tabi, Efendimiz, “esen rüzgârlardan daha cömertti” diyor. (Bkz. Müslim, Fezâil, 50)

Âişe Vâlidemiz:

“Bir ganimet geldiği zaman, onu dağıtmadan huzur bulamazdı.”

Ve açları doyurmak sûretiyle kendisi doyardı. Açlar açken kendisi doymazdı. Onun için, açları doyururdu, açların doymasıyla kendisi doyardı. Yani rûhâniyeti, maddenin getirdiği sıkleti bertaraf ederdi.

Tabi burada Cenâb-ı Hak İnsan Sûresi’ni misal veriyor. Nasıl bir âhiret istenecek, nasıl bir Allah rızâsı istenecek? Burada bir îsar, kendinden fedakârlık olarak, “kendileri muhtaç olduğu hâlde verirler” buyuruyor. Üç sefer, üst üste “fakire, yetime ve esire” veriliyor. (Bkz. el-İnsân, 8)

Verirken de;

“Biz bunları Allah rızâsı için veriyoruz. Sizden bir minnet beklemiyoruz.” diyorlar. (Bkz. el-İnsân, 9)

Gerekçe bildiriyorlar; “عَبُوسًا قَمْطَرِيرًا” “Biz o sert (mukassî) belâlı günden korkarız (derler). Allah da onların gönüllerine ferahlık verir, onları o günün şerrinden korur.” buyruluyor. (Bkz. el-İnsân, 10-11)

Demek ki burada, kendimizden koparıp vermeye büyük bir teşvik var. Bu, ashâb-ı kirâm hayatında defalarca tekrarlanmış olan hâdise.

Acımasızlığı affedicilikle bertaraf etmek:

Bu da çok mühim. Mü’min, merhamet sahibi olacak. Cenâb-ı Hak:

“…Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz?..” (en-Nûr, 22) buyuruyor. Affedeceksin. Affede ede affa mazhar olacaksın.

Cenâb-ı Hak yine:

“…Aranızı düzeltin, eğer siz müslümansanız.” (Bkz. el-Enfâl, 1) buyuruyor.

Velhâsıl kardeşini bir mü’min affedecek ki o zor günde o arkadaşlığı, o kardeşliği yaşayacak, o zor günde Arş’ın altında bulunan o kardeşliği yaşamasıyla, yedi kişiden biri olmuş olacak. (Bkz. Buhârî, Ezân, 36)

Efendimiz -bu çok ibretlidir- Efendimiz mahzun oldu Âişe Vâlidemiz’e iftirâ atıldığı zaman. Ebû Bekir Efendimiz’in en çok sadaka verdiği kişi, onların içindeydi. Ebû Bekir Efendimiz üzüldü. İftirâ atanın cürmü çok mühim. Ümmehât, ümmetin annesi, iftirâ atılan. İftirâ atılan; Efendimiz’in zevcesi, Ebû Bekir Efendimiz’in kızı, belki Âdem -aleyhisselâm-’dan beri gelen en iffetli âile.

“–Ben dedi, Mıstah’a sadaka vermeyeceğim.” dedi.

Cenâb-ı Hak âyette:

“…Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz?..” (en-Nûr, 22)

Demek ki bu çok mühim. Cenâb-ı Hakk’ın “Afüv” sıfatından müstefîd olabilmek için, hiçbir müslümanla aramızda burûdet olmayacak, affedebilmenin lezzetine kavuşmuş olacağız -inşâallah-.

Yine bu devam ediyor:

Hodgâmlığı/bencilliği, fedakârlıkla bertaraf etmek:

Allah korusun. Bu da, Allah için gayret etmek. Allah için gayret edersen merhamet sahibi olur, hodgâmlıktan kurtulursun. Hodgâm, muhteris kimsedir. Cenâb-ı Hak onun için “عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ”  buyurur. “Çalışmıştır, boşuna!” (el-Ğâşiye, 3)

Bir de o kadar çalıştık; onu bırakıp gidecek, bir de bıraktığının hesabını verecek öbür tarafta. Yani kaç türlü bir felâket olmuş oluyor.

Şüpheyi yakînle bertaraf etmek: İbadette, tâatte, muâmelâtta, bütün ahlâkî hususiyetlerde Hakk’a yakın olabilmek. Bunun için en mühim; kalbî hayatımızı inkişâf ettirmek. Bilhassa seherler. Cenâb-ı Hak:

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ

(“…Seherlerde istiğfar edenler.” (Âl-i İmrân, 17]) buyuruyor.

Kalp, öyle bir duruma gelecek ki:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“…Nereye gitseniz, Allah sizinle beraberdir…” (Bkz. el-Hadîd, 4)

Kul, bir ihsan duygusuna yaklaşacak. Bu ise nedir? Bu, kalbin bir sanatı olmuş olacak.

Riyâyı ihlâs ile bertaraf:

Burada da tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammülü yok. Riyâyı istemiyor Cenâb-ı Hak. Hattâ sadaka verirken bile, “…sadakalarınızı imhâ etmeyin…” (el-Bakara, 264) buyuruyor. Yani sadakayı bile bir teşekkür edâsı içinde vermemiz lâzım. Çünkü sadakayı alan, dünyada muhtaç, biz ise âhirette muhtacız, ebedî hayatta muhtacız.

Onun için riyâdan mümkün mertebe kaçmaya çalışmak îcâb ediyor.

Yine kelâm-ı kibarda:

“Üç kişiden korkunuz buyruluyor.

  1. Merhametsizden korkun buyruluyor. Çünkü o, menfaati için sana her gaddarlığı yapar.
  2. Mürâîden korkun buyruluyor. O da riyâ yapar, kandırır.
  3. Mürtekipten, rüşvet alan kimseden korkun. Onun da her tarafını menfaat kaplamıştır.”

Kibri, ucubu, tevâzû ile bertaraf etmek:

Cenâb-ı Hak:

“İbadurrahman, yeryüzünde tevâzu ile dolaşırlar. Câhiller sataştığı zaman «selâmâ» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63) buyuruyor.

Bahâüddîn Nakşibend ne güzel ifade ediyor bunu, tevâzuu:

Âlem buğday ben saman,

Âlem yahşi ben yaman

İsyânı tevbe ile bertaraf etmek:

“Bir müslüman, günahı (buyruluyor) tepesinde duran bir dağ gibi görmeli.” (Bkz. Buhârî, Deavât, 4; Müslim, Tevbe, 3)

Daima o günahtan Cenâb-ı Hakk’a sığınmalı. Yine bunun için istiğfar, istiğfar… Bu, dostların, Allah dostlarının bu hususta birçok îkazları var bu hususta.

Peygamberler bile daima bir istiğfar hâlinde. Âdem -aleyhisselâm-:

رَبَّنَا ظَلَمْنَا اَنْفُسَنَا

(“…Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik…” [el-A‘râf, 23]) buyuruyor Cenâb-ı Hakk’a bir ilticâ hâlinde.

Kalp, her gördüğünden hisse alacak, böylece îman güçlenecek. Zira kâinat, Cenâb-ı Hakk’ın kuluna ikram ettiği sır ve hikmetler laboratuvarı.

Yine, içinde bulunduğumuz sıra dışı şartlar, bizi nefis muhâsebesine sevk etmelidir:

Düşünmeliyiz ki:

Bu salgından, virüs salgınından korunmak için gözettiğimiz sosyal mesafe kâidesi var; mânevî sıhhatimiz için ne kadar bunu tatbik ediyoruz? Maskeli dolaşıyoruz vs…

Diğer taraftan düşüneceğiz ki, tefekkür edeceğiz ki, yine haramlar, kerahatler, şeytânî vitrinler, nefsânî ekranlar ve Allâh’ın gazaplandığı kimselerle aramıza ne kadar mesafe koyacağız? Virüs için ne kadar mesafe koyuyoruz; haramlar, kerahatler için ne kadar mesafe koyacağız?

Elimizi, evimizi dezenfekte ettiğimiz gibi; gönül hânemizi de tevbe, istiğfar, nedâmet gözyaşlarıyla, günah, mâsıyet, gaflet kirlerinden arındırmanın gayreti içinde olacağız.

Günümüz dünyasında küresel güçler, mazlum coğrafyaların imkânlarını sömürmek için, büyük zulüm ve katliamlara imza attılar. Mazlum ve mağdur müslümanları yerlerinden-yurtlarından edip mültecî durumuna düşürdüler.

Bugün baktığımız zaman zulüm gören yerlerde en az virüs olan yerler. Meselâ Afrika, orta Afrika. En çok malları, imkânları ellerinden alınan kimseler, esir edilen kimseler.

Yine baktığımız zaman, Suriye’deki o Suriyelilerin Türkiye hududuna sığındığı, çadırda yaşayan 9 senedir, mazlumlar. Onlarda virüs hiç yok; sıfır virüs…

Demek ki buradan, kıssadan hisse alacağız. Ne kadar zulüm olmuşsa, ne kadar merhameti unutan insanlar olmuşsa, ne kadar Akdeniz’i kabristan hâline getiren insanlar olmuşsa, orada baktığımız zaman, o memleketlerde bu virüs daha çok yaygın durumda. Bilhassa küresel güçler, “Bizden güçlü kim var?!” diyenlerde.

Demek ki biz Türkiye’mizde de buna çok dikkat edeceğiz. Belki ufak-tefek hatâlarımız oldu. Bu için de -inşâallah- devamlı istiğfar edeceğiz.

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

(“Ancak Sana kulluk eder ve ancak Sen’den yardım dileriz.” [el-Fâtiha, 5])

Biz Cenâb-ı Hakk’a kullukta devam edersek “اِيَّاكَ نَعْبُدُ” yerine gelirse “وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ” Cenâb-ı Hak’tan da -elhamdülillâh, inşâallah- yardım gelir, bu virüs hâdisesi, kısa zamanda ortadan kalkar.

Bizler de -inşâallah- Cenâb-ı Hakk’a olan ilticâmız artar; ibadet, muâmelât, ahlâkımızda büyük bir seviye kazanırız -inşâallah-. Muhakkak kazanırız, daha öteye gideriz -inşâallah-.

Yine duâ edelim; Rabbimiz ibadetlerimizi, oruçlarımızı, namazlarımızı, tilâvetlerimizi, sadakalarımızı, zekât, hayır ve hasenatlarımızı Ramazân-ı Şerîf’in muazzam bereketiyle, muhteşem bereketiyle ziyadeleştirerek kabul buyursun -inşâallah-.

Duâmızın kabulü niyâzıyla; Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..