04 Ağustos 2016

İnsanlığın hidâyet ve ıslâhı, akıl ve mantıktan ziyâde, kalbe ve vicdâna hitâb eden, gönlünü bir rahmet dergâhı hâline getirmiş ârif zâtların, hâl ve kāl ile yaptıkları irşadları bereketiyle gerçekleşmiştir. Hakîkaten, mâneviyâtın can­lı tu­tul­ma­sın­da, hal­kın ir­şâ­dın­da, İs­lâm’ın teb­li­ğin­de ve ge­le­cek ne­sil­le­re in­ti­kâ­lin­de, ta­rih bo­yun­ca ehl-i ta­sav­vu­fun hiz­met ve gay­ret­le­rin­de­ki mu­vaf­fa­kı­yet göz­ler önün­de­dir.

Ni­te­kim geçen as­rı­n ön­de ge­len İs­lâm âlim­le­rin­den Mu­ham­med Ha­mi­dul­lah bu ger­çe­ği şöy­le ifâ­de eder:

“Be­nim ye­tiş­me tar­zım akıl­cı­dır. Hu­kû­kî ça­lış­ma ve in­ce­le­me­ler ba­na, inan­dı­rı­cı bir şe­kil­de ta­rif ve is­pat edi­le­me­yen her şe­yi red­det­tir­miş­tir. Mu­hak­kak ki ben, na­maz, oruç vs. gi­bi İs­lâ­mî va­zi­fe­le­ri­mi ta­sav­vu­fî se­bep­ler­le de­ğil, hu­kû­kî se­bep­ler­le îfâ edi­yo­rum. Ken­di ken­di­me di­yo­rum ki:

«Al­lah be­nim Rab­bim­dir, sa­hi­bim­dir. O ba­na bun­la­rı yap­ma­yı em­ret­miş­tir. O hâl­de yap­ma­lı­yım. Bun­dan baş­ka, hak ve va­zife bir­bi­ri­ne bağ­lı­dır. Al­lah bun­la­rı ben is­ti­fâ­de ede­yim di­ye ba­na em­ret­miş­tir. Şu hâl­de ben O’na şük­ret­mek­le va­zife­li­yim.»

Ba­tı top­lu­mun­da, Pa­ris gi­bi bir mu­hit­te ya­şa­ma­ya baş­la­dı­ğımdan be­ri hay­ret­le gör­mek­te­yim ki, hris­ti­yan­la­rı İs­lâ­mi­yet’i kabûle sevk eden, fı­kıh ve ke­lâm âlim­le­ri­nin gö­rüş­le­ri de­ğil, İbn-i Ara­bî ve Mev­lâ­nâ gi­bi sû­fî­ler­dir. Bu ko­nu­da be­nim de şah­sî mü­şâ­he­de­le­rim ol­muş­tur. İs­lâ­mî bir ko­nu­da ben­den bir îzah is­ten­di­ği za­man, be­nim ver­di­ğim ak­lî de­lil­le­re da­ya­nan ce­vap, so­ra­nı tat­min et­mi­yor­du. Fa­kat ta­sav­vu­fî îzah, mey­ve­si­ni ver­mek­te ge­cik­mi­yor­du. Bu ko­nu­da te­sir gü­cü­mü git­tik­çe kay­bet­tim. Şim­di ina­nı­yo­rum ki, Hü­lâ­gu’nun ya­kıp yı­kan is­ti­lâ­la­rın­dan son­ra Ga­zan Han za­ma­nın­da ol­du­ğu gi­bi, bu­gün de en azın­dan Av­ru­pa ve Af­ri­ka’da İs­lâm’a hiz­met ede­cek olan; ne kı­lıç, ne de akıl­dır; fa­kat kalptir, ya­ni ta­sav­vuf­tur.”