02 Nisan 2020

Mü’min, karşılaştığı her hâdiseyi îman şuuruyla değerlendirmelidir. Bilhassa bir musibete mâruz kaldığında, bunun her şeyden önce ilâhî bir imtihan tecellîsi olduğunu unutmamalıdır. Böyle durumlarda başvurması gereken maddî tedbirlerin yanısıra, mânevî tedbirleri de Kur’ân ve Sünnet’in hayat veren ölçülerinde aramalıdır.

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Andolsun, Sen’den önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik. (Fakat peygamberlerini dinlemediler.) Sonunda, yalvarsınlar da tevbe etsinler diye, onları şiddetli darlık ve hastalıklara uğrattık.

Hiç olmazsa onlara azâbımız geldiği zaman yakarıp tevbe etselerdi ya! Fakat (onu yapmadılar) kalpleri katılaştı. Şeytan da yapmakta olduklarını zaten onlara süslü göstermişti.” (el-En‘âm, 42-43)

Demek ki belâ ve musibetlerden korunmanın bir numaralı mânevî tedbîri, tevbe ve istiğfâr ile Cenâb-ı Hakk’a yalvarmaktır. Bu ise insanın ilâhî kudret ve azamet karşısındaki hiçlik ve acziyetinin farkında olmasına, haddini bilmesine, rakik ve hassas bir kalple kulluğu yaşamasına bağlıdır. Buna muvaffak olanlar, nasihat dinleyip ibret alarak musibetlerden korunurlar. Bundan mahrum olan katı kalpler ise, musibete uğradıklarında bile ibret almaktan, nedâmet gösterip tevbe ederek Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmekten nasipsiz kalırlar.

Dolayısıyla kalbin katılığından, vicdanın dumura uğramasından, merhamet fukarâsı olmaktan ve gözyaşı dökememekten Allâh’a sığınmak îcâb eder.