01 Nisan 2020

Kur’ân ve kâinat, birbirini tefsir eden ilâhî vahyin, iki farklı tecellîgâhıdır. Cenâb-ı Hak, kâinatta sergilediği âyetlerini Kur’ân ile, Kur’ân’da beyan buyurduğu âyetlerini de kâinât ile îzah ve tefsîr etmektedir.

Rabbimiz, Kur’ân’daki kavlî âyetlerle biz kullarını îkaz ve irşad buyurduğu gibi, zaman zaman da bunu kâinat kitabındaki kevnî âyetlerle yapar. Dolayısıyla kâinat kitabındaki kevnî âyetlerin verdiği mesajları alık ve abus bir çehreyle seyretmek, onlara bîgâne kalmak, tıpkı Kur’ân âyetlerine bîgâne kalmak gibi büyük bir felâkettir.

Gören, duyan ve hisseden kalpler; bu kâinatta, ilâhî kudret ve azamet tecellîlerinden başka bir şey görmezler. Bu âlemde güllerle, sümbüllerle, bülbüllerle konuşamayan, onların hâl lisanından anlamayanlara ne yazık!

Cenâb-ı Hakk’ın “el-Bârî” ve “el-Musavvir” esmâsının tecellîlerinden gâfil kalan; rüzgârların, derelerin ve dağların sessiz lisânından bir şey hissetmeyen hantal kalplere ne yazık!..

Karşılaşılan acı-tatlı hâdiselerin birer ilâhî imtihan olduğunu ve vukuâtın arka planında bir murâd-ı ilâhînin bulunduğunu idrâk edemeyen, onların mânevî mesajlarını gönül gözüyle okuyamayan ham ruhlara ne yazık!..

Yâ Rabbi!

–Gözlerimize bir nur ver ki hakîkati görelim.

–Kulaklarımıza bir nur ver ki hakkın ve hayrın sadâsını duyalım.

–Kalplerimize bir nur ver ki, neye baksak yüce Zât’ını hatırlayalım, Sen’inle beraberliğin huzurunu tadalım…

Âmîn!..